[Önceki]
|
[Sonraki]
4. gün
Perşembe sabahı aynı zamanda çadırda gözlerimizi
açtığımız ilk sabahtı. Amacımız önce Alanya'yı gezmek sonra da
Beyşehir'e gitmekti.
Önceden benim aklımdaki yol Manavgat yakınlarından çıkıp Beyşehir'e
giden yoldu (1)
Fakat
Harun yaptığı araştırma sunucu Hadim'den giden yolun çok güzel olduğunu
söylüyordu. Ben de eski yolu kısmen de olsa görmek istediğimizden elde
ettiğimiz yol çok daha uzun bir yol olmuştu. (2) Eğer vakit yetmezse de
bu sefer 3. yolu kullanacaktık. Tabii buna yol esnasında karar vermek
mümkündü. Yani Hadim yolunu seçecek, eğer zaman yetmezse ilerki
kısımları Seydişehir üzerinden yapacaktık.

İlk
olarak çadırları toplamaya koyulduk. Çadırları toplarken ufak ve
sevimli bir varlık inatla yerdeki depo üstü çantama ulaşmaya
çalışıyordu. Onun çantaya çok yaklaştığı sırada ben henüz çadırı
tıoplayamamıştım. Ben de çantayı iki karış öteye taşıdım. 

İlk olarak Alanya kalesine gittik. Bu kalenin yolunda da güzel
hairpin'ler varmış hani.

Kale, yukardan böyle görünüyor.

Şehir, ayaklarımızın altında...


Fotograf çekmeyi ihmal etmedik.


Kalenin
olduğu tepe çok dik. Deniz tarafında bir yerlerde tekne ile ulaşılan
bir mağara vardı galiba. Ama yukardan ne desem yalan...

İyice
bakındıktan sonra dönüşe geçtik. İyi ki sabah gelmişiz. biz dönerken
bir çok tur arabası kaleye henüz çıkmaktaydı. Aşağıda kızıl kule
görünüyor. Tershane ise bulunduğumuz yerden seçilmiyor.

Geldiğimiz yoldan geri dönerken fotograf çekmeye devam ettik. Bir kapı
ve kitabe... Kapıdan aynı anda tek bir araç geçebilir.


Alanya'dan
Gazipaşa istikametinde çıkıp bir benzin istasyonuna girdik. Burada
muhabbet ettiğimiz bir beyin - ki ismini unuttum - önceden 6 silindirli
Honda CBX ve Honda CX500 kullanmış olduğunu, şimdi de halen motor
kullanmakta olduğunu öğrendik. Herkes gibi ona da Hadim yolunu sorduk.
Açıkçası benim aklımda hep ilk yol vardı.
Neyse, biraz uğraşıdan
sonra yolun ucunu bulduk. Biraz gittikten sonra yolda ne aradığını
anlamadığımız bir yengecin yanından geçtik. Tırmanmaya başlamıştık.
Benim hararet artınca çok huylandım açıkçası. Sonradan belli bir
seviyede sabitlenince endişelenmeyi bıraktım. Virajlar ile ilgilenmek
insanı yeterince meşgul ediyordu zaten. 

Dünya ayağımızın altında idi.

Bu
noktadan sonra manzarası müthiş olan birçok noktadan geçtik. Diğer
arkadaşların çektiği uçurum fotoğraflarının manzaralarının beynimize
kazıdık. Fakat paranoyak olan bendeniz hep güvenli bir yerde durmaya
çalıştığımdan kör virajların yanında durmak istemediğimden nispeten
merhametli bir doğanın fotoğraflarını çekebildim.
Bu resimde Harun karşı tepe eteklerinde ve pire gibi ufacık görünmekte.
Umarım kendisini seçebilirsiniz.

İyice gittikten sonra aralarda yayla tadı veren düzce yerler, yemyeşil
bir doğa ve daha hızlu virajlar çıktı karşımıza.







Yine yol almaya devam...
Bir köyden sonra yolumuz dereyle kesişti.




Araziye havada yırtıcı kuşlar hakimdi.


Bu şelaleye biz de rasladık. Zaten her yerden bir kaynak fışkırıyordu.


Her
neyse, biz böyle bir süre daha devam ettikten sonra doğa yine yayla
görünümünü almıştı. Karşımza bu esnada bir kavşak çıktı. Solu gösteren
tabelada Hadim yazıyordu. Fakat yol topraktı bir terslik var dedik
tabii. Ama artık ben mantığımı fazla da yormuyordum. "Yeter ulan"dı,
endişe iş hayatına aitti.
Tabii yola girdik. Enduro olarak
doğmayan motorum bu toprak toldaki tekerlek izlerine girince, zemin
kumlu, taşlı olunca korkudan kuyruğunu bacakarı araşına alıyordu.
Halbuki at da sahibi kadar cesur olurmuş. Bir yere kadar gaz vere vere
iyi gitti. Sonraki görüntüden ve yolun doğru yol olduğundan iyice şüphe
edince Harun yakınlarda birilerini bulup sormak umuduyla devam etti.
Ben de doksan derece sola dönüp bayır tırmanan, zemini daha da bozuk
yolun başında beklemeye başladım. Fakat geçen zamanın çokluğu beni
kıllandırınca ben de girdim yola. Gazı yeteri kadar çok vermek
motorumun enduro taklidi yapmasına yetmişti.
Dört beş yüz metre
sonra Harun'la karşılaştık. O da kimseyi bulamayıp geri dönmeye karar
vermiş fakat motoru ise tozda yuvarlanmak, yatıp uyumak istemişti.
Zaman kaybı da bundandı. Zaten Cumartesi günü benim motor da aynısını
yapacaktı.
Sonra ben de motoru çevirdim ve kavşağa geri döndük.
topraktaki son metrelerde ise sanırım boynumu arı soktu ama toprakta
gazlarken ve gidon deli gibi sallanmak isterken arıyla falan
ilgilenemedim. Daha sonraları kask içinde dolanan arılar da oldu ama
artık iyice umursamaz oldum. Zaten onlar da beni ısırmaya zahmet
etmediler.
Bu resimler ise bu maceradan biraz sonrasına ait:


Yolumuz bizi daha sonra iyice yükseklere taşıdı. 1925 metre rakımlı
Çukuryurt Geçidi'ne...


Eveet. Taşkent'e sağ salim vardık. Ama çok açtık.
Şehir böyle kayalar arasında, kartal yuvası gibiydi.

Bir restoran görünce hemen önünde durdum.



O
zaman o kadar açmışım ki harun ne yedi, yada yedi mi şimdi
hatırlamıyorum. Gerçi raporu yazmak için masamdan kalkamadım, şu anda
saat 00:58 ve yine açım. Belki de ondandır.

Çok güzeldi...
Devam ettik. Sonra yıkık bir köprü gördük.

Yollar ne güzelmiş...


Amca kameraya iyi yakalandı.

Akdeniz sahilinde açığımız gözlerimiz, günün uzunca bir kısmını virajın
arkasında ne olduğunu takip etmekle geçirmişti. Yolumuzun eğlenceli,
yavaş ve manzaralı kısmını büyük ölçüde geçmiştik. Kafamızdaki bir soru
ise henüz yanıtlanmayı bekliyordu. O da uzun rota (2) için vaktimiz var
mıydı, yapacak mıydık yoksa basit bir şekilde Seydişehir'den geçerek
(3) düz ve kısa yoldan mı varacaktık Beyşehir'e? Bu sorunun yanıtını
vermemiz gereken nokta Bozkır'dı.

Bozkır'a
vardığımızda saat 16:50 idi. Seydişehir üzerinden bile gitsek çadırları
ancak gün batarken kuracaktık. Biz de yola 3. rotadan, yani Seydişehir
üzerinden gitmeye devam ettik. Yol ayrımından yirmi otuz dakika sonra
ise bana "Lan, acaba öteki rota mı daha kısa sürecekti?" dedirten bir
durumla yüzyüze geldik.
Aslında Harun fotograf çekelim dediğinde
kaza resmi çekmem demiştim ama şu anda görülen odur ki Harun'un ceple
çektiği bu resmi koyarak tükürdüğümü yalamaktayım.

Kaza
yapmış olan kamyon ve arkasındaki çekici yüzünden geçme imkanı
bulamadık. Ancak bana o zaman için çok uzun bir zamanmış gibi gelen
sekiz on dakika sonra yola devam edebildik.
Yol, bundan sonra bir çok yerde cetvel çizgisi düzlüğündeydi. Zaman
zaman yolumuza sulama kanalları eşlik ediyordu.
Seydişehir'de yalnızca Seydişehir Alimunyum Fabrikası'nın resmi çekmek
için oyalandık.



Beyşehir'e
en sonunda vardık. En son sekiz on yaşındayken gördüğüm bu şehire şimdi
yeniden gelmiştim. Aklımdaki derin düşünce ise "Çay nerede?" idi. Bir
çay bahçesi görünce motorları park ettik, çayları söyleyip, kamp
listesini ve telefonu elimize aldık.

Akseki
yönünde 5. kilometrede olan Ada Kamping ile görüştük. Kampa gitmeden
önce son olarak bir eczane bulmamız gerekiyordu. Tarif edilen yeri
ararken rasladığımız CBR600 kullanan arkadaş bize hastanenin ve
dolayısıyla eczanelerin olduğu sokağa kadar yol gösterdi.
Sonrasında kamp yerine gittik. Gün batarken biz de çadırlarımızı
kurduk. Bu gece 1128 metrede uyuyacaktık.

Kamping
sahibi ile konuşup bilgi aldık. Benim en son bıraktığımdan beri gölden
sulama amacıyla çok fazla suyun kanallar vasıtası ile alınması
neticesinde göl kıyısı çok daha ilerilere çekilmiş. Tarım yapalım
derken göz çıkarılmış.
Geceleri ekstra gelir için madencilik yapmıyoruz, ama görüntü yine de
şüphe uyandırıyor.

Kampta akşam yemeğinde sazan var.


Eee, artık yatçez kalkçez...
[Önceki]
|
[Sonraki]